Kıyının Ardındaki Fısıltı: Gaye Ateş'in Tuvalindeki Sonsuz Seyahat
- Prof. Dr. Uğur Batı
- 4 Ağu
- 3 dakikada okunur

Bir kıyının kenarında, dalgaların usulca fısıldadığı yerde, Gaye Ateş’in tuvallerinde saklı bir dünya başlar. Bu dünya ne tam anlamıyla denize aittir ne de karaya; ikisinin arasında, bir yük gemisinin paslı gövdesinde, unutulmuş ninnilerin yankılandığı bir ara mekândır. Onun resimleri, sadece renk ve biçimle değil, aynı zamanda bir şairin kaleminden damlayan dizelerle konuşur. Her fırça darbesi, bir yolculuğun izini sürer; bu yolculuk ne bir limana varır ne de bir rotaya sadık kalır. Ateş’in sanatı, sizi bir geminin güvertesine çağırır; orada, rüzgârın taşıdığı tuz kokusuyla, kendi hatıralarınızın dalgalarına kapılırsınız. Bu tuvaller, yalnızca görüleni değil, görünmeyeni de anlatır; suyun altında saklı isyanları, kırılmış zamanı ve gerçekleşmemiş hayalleri.

Gaye Ateş’in evreninde her renk, bir hikâyenin parçasıdır; her mavi, bir iç çekişin gölgesidir. Resimlerine bakarken, bir sahil kasabasında anlatılan yitik efsanelerin kokusunu alırsınız; paslı zincirlerin çınlayışı, uzak bir iskelede yankılanır. Onun gemileri, sadece çelikten değil, dişi bir varoluşun taşıyıcı gücünden yoğrulmuştur. Bu gemiler, anneliğin, belleğin ve umudun yükünü taşır; ama hiçbir zaman tam anlamıyla demir atmaz. Ateş’in sanatı, sizi bir seyir defterinin sayfalarına davet eder; burada, her satır bir dalga, her kelime bir fısıltıdır. Ve bu fısıltılar, sizi kendi kıyılarınızdan uzaklara, belki de hiç varılmamış bir ufka taşır.
Gaye Ateş'in resimleri, kelimelerin tuvale, seslerin renge, hatıraların ise hareketsiz bir seyahate dönüştüğü büyülü bir evren sunar. Onun eserleri, görünen ile görünmeyen arasında, adeta bir kıyının kenarında unutulmuş yük gemileri gibidir ne tamamen terk edilmiş ne de tamamen ulaşılabilir. Bu gemiler, "dişi olanın taşıyıcı gücünü" simgeler; içbükey yapıları, çeliğin içindeki sıcaklık ve suya gömülmüş bir ana rahmi gibi, toplumsal cinsiyetin sembolleriyle oynar ve onları yeniden kodlar. Gemiye kadın adı verilmesini kutsamakla kalmaz, onun kucağına aldığı kara parçalarıyla, yüzerken büyüyen annelikler inşa eder.

Gaye Ateş'in resimlerine ilk baktığınızda gözlerinize bir mavi uğultu eşlik eder. Başlangıçta dingin görünen bu denizler, dikkatlice incelendiğinde dipten gelen bir isyanı taşır. Suyun altında kırılmış bir zaman, yüzeye çarpmış bir hafıza ve en çok da gerçekleşememiş yolculuklar hissedilir. Bu nedenle onun resimleri, bir limandan çok, bizzat yolculuğun kendisini anlatır. Rimbaud'nun asi lirizmiyle Melih Cevdet'in dingin dizeleri arasında gidip gelen, bir iç seyir defteridir bu tuvaller.
Ateş’in "seyir" anlayışı, yalnızca bakmakla değil, bakışın içinde kaybolmakla ilgilidir. Renk paleti bu yüzden sessizdir; yüksek sesle konuşmaz, fakat su altındaki bir akıntı gibi sizi içine çeker. İzleyici, onun tuvalinde sadece resmi değil, aynı zamanda kendini de izler. Çünkü onun kıyıları hep bir gidişi simgeler, ancak bu gidiş hiçbir zaman geri dönüşle tamamlanmaz. Gidilen yer, asla dönülen yer değildir. Kimi zaman gemi karaya oturmuştur, pas tutmuştur, beklemektedir. Bu bekleyiş bir umut değil, bir barınma biçimidir. Yıkımın içinde korunan, kalıntılar arasında yaşamaya devam eden bir varoluş önerisi sunar Gaye Ateş.
Onun sanatı sadece görsel değil, aynı zamanda poetiktir. Resimleriyle sadece imgeler sunmakla kalmaz, sessizce şiir yazar. Gaye Ateş’in kıyısına varmak, bir ressamın değil, bir şairin dünyasında gezinmek gibidir. Ve bazen insan, bir kıyının varlığını ancak terk ettiğinde fark eder.
Bir tuvale eğildiğinizde önce balçık kokusu gelir burnunuza. Sonra uzak bir iskelede paslanan zincirlerin çınlayışı duyulur. İşte o an, Gaye Ateş'in resimleriyle aynı rüyaya girdiğinizi anlarsınız: Hangi deniz olduğu belli olmayan, köpüğü çoktan kurumuş, rengi kendi kendini emen bir mavi rüya. Hiçbir rotası olmayan bir yük gemisi, annenizden kalan ninnileri toplar gibi bütün kıyıları sırtına bağlayıp ilerliyor gibidir. Güvertesinde sadece pas değil, dinmeyen fısıltılar vardır; Melih Cevdet'in "Mavi mavi, gözlerimden çıkıyorsun" dediği o uçurum sesi. Kaptan yoktur başınızda, stadın ışıkları sönüktür, dümen kıyısızlığın ellerindedir.

Gaye Ateş'in fırçası, bir sahil kasabasının kahvede anlatılan yitik efsanelerini sürer tuvale. Arthur Rimbaud ile Süreyya Berfe arasında unutulmuş bir telgraf hattı çeker. Sözcükler mor denizanası gibi çarpar göğsünüze, "Yeter, yeter ağladıklarım" dizeleri teknenin omurgasına kazınır. Resimlere bakarken dalga değil, dip akıntısı duyarsınız; en sakin sularda bile suçüstü yakalanan bir fırtına gibi. Kadim bir söylenceye göre gemilerin cinsiyeti dişidir; Ateş bunu tersyüz eder, çeliğin içini sesle doldurarak gemiyi ana rahmine dönüştürür. Yük aldığı her limanda yeni bir bellek kıvrılır gövdesine. Gideceği yer bilinmez: Belki Midyat’ın dar sokaklarında bir taş kapıya, belki Marsilya’da akşamüstü rüzgarına. Yalnız bu gemi, hiçbir zaman “geri dönüş” biletini almaz; çünkü dönüş denen fiil, en çok da “gidilen kıyının çoktan değişmesidir.
Bir gece yarısı resme bakakalmak, kâğıttan bir Mayıs kelebeğini siyah sulara salmak gibidir. Ateş'in mavisi sizi önce çöl eder, sonra suya çevirir. Her renk, susarak çoğalır. Ve rengi bedeninizden çekip aldığında, geriye sadece o dip akıntısının uğultusu kalır. Kıyıya vuran ilk ışıkta fark edersiniz: Bu resimler, kendini yakan bir deniz feneri gibi çalışır gösterdikleri yolu aynı anda yok eder. İşte bu yüzden, Gaye Ateş'in kıyısında “varış” yoktur. Varsa yoksa yolun kendisi. Ve yol, suya düşen her izi silerek yeniden başlar.

Gaye Ateş’in tuvallerinde, yol biter ama yolculuk asla; çünkü onun kıyıları, varışın değil, yolda olmanın şarkısını söyler. Resimlerine bakarken, denizin kurumuş köpükleri arasında kendi gölgenizi bulursunuz; bir an için, paslı bir geminin dümeninde, kendi hikâyenizin kaptanı olursunuz. Ateş’in sanatı, sizi bir rüyadan uyandırır gibi uyandırır; ama uyandığınızda, elinizde yalnızca suyun uğultusu ve bir kıyının ardında bıraktığı fısıltılar kalır.
Yorumlar